Sokağın başında ak karınlı iki uskumru görünüyor. Kuyrukları çelik yay gibi… Salına salına yanımdan geçip gidiyorlar. Bir başka sokakta deniztarakları zıplayarak kırmızı aşıboyalı binanın kapısında sıraya giriyor. Kıyıya iniyorum, rıhtımın üzerinde bir sandal. İçinde sabaha kadar dalgalı caddelerde kürek çekmekten yorgun düşmüş morinalar!..
Yazı: Yılmaz Bayazıtoğlu – ybayazitoglu.mby@gmail.com Fotoğraflar: Belma Bayazıtoğlu
Hayret! Bu topraklarda hasisliğiyle meşhur güneş sabah sabah hayli cömert; berrak ışığıyla kasabanın sokaklarını yıkıyor. Rıhtımda uyku mahmuru kereste istifleri, tuz yığınları, ringa dolu fıçılar… İskeledeki yelkenliler gerinerek uyanıyor. Bir köşede irili ufaklı sepetler. Onların yanında bağdaş kurmuş deri giysili adamı yaklaşınca fark ediyorum. Dikkati ördüğü sepette. Elleri buruşuk ama romatizmadan eğrilmiş parmakları mekik gibi. Sessizce bir kenara çöküyorum. Sepetin sapını taktıktan sonra başını kaldırıyor. Elmacık kemikleri çıkık, burnu hafif basık, esmer, hatta koyu bakır renginde bir ten… Zamanın derin çizgilerle yeniden biçimlendirdiği yüzün sahibi oturduğu yerden elini uzatıp “yaklaş!” diyor. Kendimi tanıtınca o da adını söylüyor: “Mike.” Belki yüz, belki de bin yaşındaki adama adının buralardan olduğunu ama Kanadalıya pek benzemediğini söylüyorum. “Haklısın,” diyor, “nasıl ki kırmızı ceketli İngilizler geldiklerinde bizim binlerce yıldır Āseedĭk dediğimiz köye Lunenburg, ya da Megamaake dediğimiz yarımadaya Nova Scotia dedilerse benim adımı da deftere Mike diye yazdılar. Oysa annem Jimn adını vermişti bana. Dilimizde, yani Mi’kmaqça ‘adam’ demektir.
Nereden nereye?.. Yıllarca yıkanan beynimin vahşi, barbar diye bellediği bir Kızılderiliyle sohbet edeceğimi rüyamda görsem inanmazdım. “Anlat,” diyorum, “Kuzey Atlantik’in bu kıyı kasabasının öyküsünü bana. Gördüklerini, bildiklerini, hatırladıklarını…”
YIL DOLU SEPET
Jimn elini yanıbaşındaki sepetlerden en büyüğüne daldırıp avucuna aldığı şeye bakarak anlatmaya başlıyor. “İçinde yıllar var,” diyor, “en dipteki en yaşlısı, en üsttekiyse daha bebek. Bir çerçeveye hapsetmekten pek hoşlandığınız ‘Zaman’ın sizin ölçünüzdeki birimiyle konuşursak 12-14 bin yıl önce Bering Boğazı geçit verdiğinde Asya’dan Kuzey Amerika’ya geçip bu topraklara yerleşen kabilelerden biridir Mi’kmaqlar. Avlanıyor, topluyor, paylaşıyor, huzur içinde kendi yağımızla kavrulup gidiyorduk. Ta ki 15. yüzyılda Yaşlı Kıta’dan gelen Beyaz Adam’la karşılaşana kadar… Baharın son aylarında gelip yazın ilk aylarında dönen balıkçılardan pek şikâyetçi değildik. Çünkü karaya çıkıp su alır, avladıkları balıkları kurutur, sonra da çekip giderlerdi. 17. yüzyılın başlarındaysa Akadyalı denen Fransızların gelmesiyle sorunlar başladı. Uğramaya değil yerleşmeye geldikleri için… Yurdumuza, avımıza ortak olmak istiyorlardı. Kâh çatıştık, kâh çekiştik ama sonunda bir arada yaşamaya, değiş tokuşa başladık. Pek kalabalık değillerdi. Çoğu da barışçıldı.”
Kızılderili elini bir kez daha sepete daldırıp avucuna gelenlere bakınca yüzü kızarıyor: “O yüzyılın sonunda gelen İngilizlerle her şey tepetaklak oldu. Çünkü toprağımıza göz dikmişlerdi. Akadyalılarla bir olup karşı koymaya çalıştık ama nafile. Galip çıkan Kırmızı Ceketliler oldu. Protestan oldukları için özellikle kin besledikleri Katolik Akadyalıların büyük kısmını Fransa’ya geri gönderdiler. Bizleri de tazıların kılavuzluğunda sürek avı düzenleyerek temizlemeye çalıştılar. Ya öldürdüler ya da kamplarda topladılar. Kendi toprağımızda esir olmak ağırımıza gitmişti ama ölüm kusan silahları karşısında çaresizdik.
Kızılderili Sepeti yazısının devamını Şubat 2018 sayımızda okuyabilirsiniz.