Bu memlekette balığa da rahat, huzur yok!

Bu memlekette balığa da rahat, huzur yok!

Yılın bir kısmını Bodrum’daki yazlığında, denizle burun buruna geçiren Selahattin Duman’ı evinde bulduğumuzda birlikte balığa çıkmayı düşünüyorduk. İlk kayığı Öz Titanik çoktan sulara gömüldüğü için aklımızda Şişme Queen Elizabeth vardı. Maalesef o da kısa bir süre önce kayalıklara çıktığından biraz sağlıksızmış… Eh öyleyse yeni aldığı sürat teknesi Karaca’yla çıkarız diye düşünüyorduk ki, onda da motor arızası çıktı. Bize de iskelede oturup balıkların dedikodusunu yapmak düştü…

Selcen TANINMIŞ  Fotoğraflar: Saner GÜLSÖKEN

Bildiğim kadarıyla artık yaz boyunca Bodrum’dasınız. Bu iki şehirli yaşam ne kadar zamandır devam ediyor?

Evliyken Yalıkavak’da evimiz vardı. Eski eşim hep gelirdi, ben 96’dan sonra gelmeye başladım. O zaman hiç aklıma gelmezdi Bodrum’un böyle olacağı. 12 senede bu fiyatlara ulaştı, değerler allak bullak oldu. Bilmem bundan sonra ne olacak…

Selahattin Duman Röportajı - Selcen Tanınmış
– Editörün Notu –

RAHAT UYU SELAHATTİN DUMAN…

Bundan 13 yıl önce, derginin Türkiye’deki ilk yıllarında sevgili Selahattin Duman’ı Bodrum’daki yazlığında ziyarete gitmiştim. Hem deniz, hem balık hem de tekne sohbeti için. Delikanlılığından beri balık tutan Duman’la bizim de niyetimiz balığa çıkmaktı. Ama kayığı, şişme botu ve sürat teknesi hepsi de bir şekilde bize bu izni vermedi.. Biz de denizin dibinde, doğanın içine usulca yerleştirilmiş o evinin iskelesinde oturup balık sohbeti yaptık. “Bu memlekette balığa da huzur yok demişti” Haklıydı. 13 yıl geçti hâlâ huzur yok. Sen gittiğin yerde huzur içinde uyu Selahattin Duman.

Bodrum’a gelişinizde denizin payı var mı?

Benim denizle ilişkim hep vardı. Hayatımın çoğu deniz kenarındaki şehirlerde geçti. Yazlığımız Şakran’da, babamın yazlığı yani, denize çok yakın bir konumu var oranın. Çocukluğumda yüzümü yıkama alışkanlığım yoktu, sabah kalkardım denize atlardım. Halikarnas Balıkçısı’nın notlarına göre Şakran, Ege’deki en eski yerleşme merkezlerinden biri. Babamın benden sonra yaptığı en iyi şey o ev oldu! Bütün delikanlılığım boyunca o denizdeydim, sabah akşam balık tutuyorduk.

Kayıkla mı çıkıyordunuz balığa yoksa kıyı balıkçısı mıydınız?

Daha çok olta balıkçılığı… Arada ağabeylerimizle kayıkla da çıkardık. Rahmetli Hıfzı Bey denize ekmek serperdi, sonra çuval atıp çipura yakalardı. Ben 20 senedir çipura görmedim. Sarıyer’de, kurtuluş savaşına katılmış balıkçı Hüseyin Efendi, 114 sene evvel yazdığı notlarda İstanbul Boğazı’nın bir koyunu anlatıyor, diyor ki; “Burası eskiden balık yatağıydı, şimdi balık yok. Bizimkilerin huyu böyledir, gittikleri yeri kurutmadan bırakmazlar.” Düşün 100 küsur sene evvelin İstanbul’unda şikayet eden bir balıkçı. 100 sene evvel de aynı sorun vardı yani.

Denizle barışık yaşayamıyoruz, zarar veriyoruz hep…

Bizim toplumun kültüründe denizle beraber yaşamak yok. Deniz kültürü yok. Osmanlı’nın olmamış çünkü. Osmanlı’da deniz kuvvetleri dediğin, Cezayirli, Tunuslu korsanlar. Alakasız insanların kaptan-ı derya olduğunu görüyoruz. Toplum, kara toplumu. Göçebelikten yerleşik hayata geçiyor, zaten o sorunu da halledemiyorlar, bir de denizle uğraşacak… O yüzden bu iş hep gayrimüslimlerin tekelinde kalmış. İstanbul kaymakamı Topal Rüstem Paşa’nın kardeşi Sinan Paşa’nın kölesi İspanyol gezgin Pedro’ya soruyorlar: “Türkler balık yer mi?” Türkler’den kasıt Osmanlı ahalisi; “Hayır,” diyor “Onlar balık yemezler, deniz mahlukunun midede canlandığına inanırlar!” Balığın soframıza girmesi 1835’ten sonra. O tarihten önce  azınlıklar yiyor, azınlık derken gayrimüslimler, azınlık demeyelim, 1882 sayımında  İstanbul nüfusunun yüzde 54’ü gayrimüslim.

O kadar süre gayrimüslimlerle yaşamış bir toplum hiç mi etkilenmez?

Etkilenmiyor… Köylülük dediğimiz sosyal kategori, kolayın tekrarıdır. Rahmetli Hıfzı Amca söylerdi, tam deniz insanıydı o, “Biz bu yaşa kadar tatil deyince marul tarlalarına gittik, deniz burnumuzun dibinde, kimsenin ilgilendiği yok.” Bakın ben size 96 senesinin Türkbükü’nü söylüyorum, orada bir tek Ship A-Hoy var. Birkaç piknikçi masası, başka bir şey yok… Yedi-sekiz senedir patladı deniz turizmi Türkiye’de.  İş refahla, zenginlikle ilgili ama denizi bu kadar hoyratça kullandıktan sonra ne kadar hayrını göreceğiz onu bilmiyorum. Bakın bu site yapılırken, şuralara ağ atarlarmış, 100 kilo çeker götürürlermiş, şimdi balık bulamıyorsun. Bütün koylarda öyle. Ben dalıyorum, üç-beş ısparoz, yassı dik burun balıklar, üç-beş kefal, sekiz senedir iki defa akyaya rastladım…

İstanbul’da da balık tutuyor musunuz?

Eskiden istavrit falan tutuyorduk. Boğaz’da balık her zaman vardır. Geçiş yoludur, balık tükenmez. Ama Boğaz’da önemli yataklar vardı. Bildiğim, gördüğümden değil, okuduğumdan söylüyorum. Mesela Kandilli taraflarında, Vaniköy’e giden yerlerde, çok önemli balık yumurta yatakları varmış eskiden… Sonra ne yaptılar? Denize salıyorlar elektrik telini, veriyorlar şoku hayvanları öldürüyorlar. Hayvana rahat, huzur veren yok. İstanbul’da olta balıkçılığına da sınır koymak lazım. İstavrit avlıyor, hamsi boyunda, daha yavru. İnsan yamyamdır. Her şeyi tüketir, her şeyi yok eder. Balığa rahat, huzur verilmiyor.

Nasıl huzur vermeliyiz balıklara?

Ben devletin başında olsam şunu öneririm; kardeşim balıkçılıktan geçinen ne kadar adam var, hepsinin kaydı var sende, fon yarat ver senelik parasını, iki sene balığa çıkarma. İki sene sonunda kayda bağla, şurada tutabilirsin, şu kadar tutabilirsin diye. Ama devlet ne yapıyor? Turistik yerlerin dibine balık çiftliği kur, diyor. Dünyanın hiçbir devleti demez bunu. Git daha açıkta yap desin, ya da turizme açılmamış alanları göstersin, geçici kayıtla oralara izin versin. Burası turizme açılırsa şartlar değişir, desin. İtalya’da, Fransa’da, Yunanistan’da görmüyor musun, hepsinin çiftlik balığı üretimi bizden fazla, onlar salak mı? Buradaki balık çiftliklerinin çoğunun ortağı da İtalyan, Yunan. Bakıyorlar ki burada aptal bir toplum var, kendi denizinin canını okumaya kararlı, onlar kendi denizine acımazsa ben onlara niye acıyacağım, diyor.

Tekneciler için ne düşünüyorsunuz?

Türkbükü koyunda 60-70’ten aşağı tekne durmuyor. Adam teknesine çıkıyor, teknede mangal yapıyor. Zaten o tekneyi şan olsun diye aldı, biraz daha uzakta güneşlenmek için, sevgili varsa gazeteciler çekmesin diye aldığı besbelli, deniz insanı değil. Tekneye çıkıp da üzerinde mangal yapan adam, sucuk çeviren adam ne kadar deniz adamı olabilir, tartışılır.

Bu konuştuklarımız beni umutsuzlaştırdı. Türkiye’de denizcilik gelişiyor diyoruz ama geliştiği yok, sadece tekne sahibi artıyor.

Şimdilik sadece tekne sahibi artıyor ama tabii buna bağlı olarak gelişecek de. 10 kişiden dokuzunun hevesi yoksa bir tanesinin olacak, o öğrenecek, başkalarına öğretecek… 70 milyon küsurluk toplumda gelişim çok ağır işliyor. Denizden bu kadar uzak yaşayan bir toplumun birden entegre olmasını bekleyemezsin.

Bürokrasi de büyük bir engel amatör denizcilerin önünde.

Hayatı kolaylaştırmıyorlar. Liman müdürlüğüne gidiyorum, hepsi deniz kuvvetleri komutanı gibi üniforma giymiş. Herkes ezile büzüle giriyor içeri. Sonra bayrak meselesi. Türk Bayrağı’na anasının nikahı kadar vergi alıyorlar. Öbür devletin bayrağını astığın zaman 100 Dolar veriyorsun. Milyon kere yazıldı, çözülmüyor.

İkinci tekne için Queen Elizabeth adını düşünüyordum, şişme bot olunca, Şişme Queen Elizabeth dedik, öyle kaldı.
İkinci tekne için Queen Elizabeth adını düşünüyordum, şişme bot olunca, Şişme Queen Elizabeth dedik, öyle kaldı.

Siz büyük bir tekne yerine bir kayık tercih ettiniz. Adına da Öz Titanik koymuştunuz. Ne oldu o kayığın akıbeti?

Bebek’te adamın biri o kayıkla başa çıkamıyordu ben de aldım buraya getirdim. Buranın denizi çoğu zaman havuz gibi oluyor, kürek çekmek istiyordum. Spor amaçlı aldım kısacası arada da sefa yaparım, balık tutarım diyordum. Fırtınada şu kayalara vurdu parçalandı. Biz de batık yaptık ki içinde bari balık büyüsün diye. Sonra şişme bir bot aldım. Acemiyim, sağa sola vurduğum zaman kırılmaz dökülmez, kullanması pratik dedim. Pratik ama bizim kayalara çıkmamızı engelleyemedi. Bir baktım yine kayaların üstündeyiz, takır takır takır, motor gitti dedim. Ama bir şey olmamış… Bu botla oyalanırken, bu sürat teknesini bir arkadaşım satıyordu, fiyat çok uygundu, aldım.

İsimler nereden geliyor, Öz Titanik, Şişme Queen Elizabeth?

Titanik’i yanlış koyduğumuz belli. Bu da suyun altına gitti. İkinci tekne için Queen Elizabeth adını düşünüyordum, şişme bot olunca, Şişme Queen Elizabeth dedik, öyle kaldı. Benim asıl merakım ahşap kayık. Piyade arıyorum bir tane.

Hiç büyük bir tekne hevesiniz yok mu?

Yok. Büyük tekne aldığın zaman içinde yaşayacaksın, gezmek için olmaz o. Açık denizlere gideceksin, dolaşacaksın, o işin zevki öyle. Ben bir yerden bir yere gidiyorsam, zaten feribotlar var, uçaklar var, giderim. Denizle burun buruna yaşayan bir adamım, teknede niye yaşayayım. Tekneyi ya seyahat amaçlı kullanırım ya da avlanmak için…

Teknenizin bakımıyla uğraşır mısınız?

Sezon bittiğinde motoru çıkaracağım, eşek tabir edilen demir vardır, onun içine koyacağım, biraz tuzu gitsin diye tatlı suda çalıştıracağım, sonra ters çevireceğim, hortumla yıkayacağım, altındaki o otları motları temizleyeceğim, yukarı dikeceğim, ne yapayım başka… Kuş mu konduracağım?

Pek titiz bir tekne sahibi değilsiniz anlaşılan?

Benim malım mülküm hiç kıymetli değildir, hiçbir şeyin bakımıyla uğraşmam. Malına mülküne çok düşkün insanları da sevmem. Araba alırlar, üstünü brandayla örterler, her gün cilalarlar, müthiş sinir olurum böyle adamlara. O yüzden arkadaşlarımın teknelerine de binmem, yok ayakkabıyla girme falan filan. Benim öyle bir teknem olsa, topuklu ayakkabıyla bile girebilir insanlar. Mal kullanmak içindir, parçalamak içindir, siyasetim odur. Çocukken misafir odasına sokmazlardı bizi. Teknecilerin kültürü de aynen misafir odası kültürü gibi, aman dokunma etme, oraya basma, buraya basma…

Bir tekne adabı yok mudur sizce?

Bu memlekette kimsenin kimseye ders verecek hali yok. Herkesin atası, dedesi iki kuşak önce köylü. O yüzden köylüler adab dersi veremez. Adab dersi vermek için şehirde 200-300 sene yaşayıp, burjuva denen kategoriye girmen lazım. Onun için kimse bana adab anlatmasın.

Siz ne kadar denizcisiniz?

Kendime denizci diyemem ama denizi çok seven bir insanım. Denize bakmayı müthiş severim. Şnorkelle avlanmayı seviyorum. Bana dalmak, yüksek tansiyon ve göz ameliyatım yüzünden yasak. Çok dibe inmiyorum, balık yüzeye gelirse yakalıyorum, o da çok zor, yeteneksiz olduğum da kesin zaten. Avcılıkta çok güzel pompalı tüfeklerim, zıpkınlarım falan var. Ama bu sene balık yok. Topu topu bir çipura, iki levrek, iki kefal vurdum.

En sevmediğiniz tekneci tipi?

İnsanların denize girdiği yerlerde denize ağ atanlar. Görmezsen takılırsın, bir facia olabilir, bir gün olacak zaten de… Denize girilen yerlerde teknelerin belli bir hızda geçmeleri lazım ama dinleyen yok. Hangi konuda görgü dört dörtlük ki… Türkiye’nin denizle barışması için herhalde bir 40-50 senesi var diye düşünüyorum.  Bu bir kültür meselesi. Kocaları zengin oluyor, yazlık alıyorlar, tekne alıyorlar ama kadınların gönlü yok bir kere bu işe. Komşum Paul ve eşi Doris var. Kadın yaman bir tekneci, canavar gibi denizci, karı koca sürekli denizdeler.

Türk kadını niye denize bu kadar uzak?

Bizim kadın akşama kadar güneşleniyor. Derisini simsiyah yapar, negro kalitesine ulaştırırsa cinsi cazibesi beşe katlanacak sanıyor. Geçkin kadınların kendini yakma olayı sabah başlar burada, öğlene kadar sürer, öğlen de giderler o sıcakta sarımsaklı yoğurtlu mantı yerler, sonra gelirler bedenlerini yağlarlar, güneşe uzanırlar. Çok bunalırlarsa bir iki çimerler, çıkarlar… Buraya İstanbul’un berberleri gelir, hepsi oralara koşturur, saçlarını, manikürlerini, pedikürlerini yaptırırlar, akşam kocalarıyla illa ki kazık ve “in” yerlerden birinde yemek yer, sosyalleşirler. Yeni elbiselerini, takılarını hatta botokslarını, estetiklerini teşhir eder gelirler. Denizden anladığı bu olan bir kültür ne kadar denizle entegre olabilir, sen taktir edeceksin. Erkeklerde de suç var. Tekneyi getirir üzerinde mangal yaparsan kadın tabii ilgi duymaz.

Denizde kadın uğursuzluktur derlerdi, siz ne diyorsunuz?

20-30 erkeğin olduğu yerde iki tane kadın olunca bir paylaşma sorunu ve huzursuzluk çıkıyordur, onun için istemiyorlardır. Uğursuzluk diye kulp bulmuşlar… Kadını paylaşamıyoruz. Her erkeğe bir tane kadın olsa kimsenin sesi çıkmaz.