Fokurdayan çamur kazanları, minerallerle kaplı fümeroller1, yılan gibi tıslayarak püsküren zehirli gazlar… Hepsi kızgın kaya hamurunun ayağımızın altına kadar sokulduğunu gösteriyor. Burada zaman sanki dünyanın oluşum evresinde takılıp kalmış.
Yazı: Yılmaz Bayazıtoğlu – ybayazitoglu.mby@gmail.com Fotoğraflar: Belma Bayazıtoğlu
Son Buz Çağı’nda kuzey yarıküreyi ele geçiren buzulların oya gibi işlediği Berufjördur kıyısında başlıyoruz güne. Gecelediğimiz Djupivogur, Doğu İzlanda’nın en eski limanı; 16. yüzyılda kurulmuş. Köyden çıktıktan sonra uzun süre kimseye rastlamıyoruz. Bibba, “Şaşırmayın tenhalığa. Adanın bazı bölgelerinde saatlerce gitsen tek insan bile karşına çıkmayabilir. Vikinglerin keşfettiği günlerdeki gibi,” diyor. İzlanda, huzurunu belki de bu tenhalığa borçlu.
KÜÇÜK MURAT REİS
Tabiat Ana hünerini bu kıyılarda da döktürmüş: Daha dün zincirden boşanmış gücünün kuru lav ve sel yataklarındaki yıkıcı izleriyle bizi ürkütürken bugün yaşam fışkıran çayırlarla ruhumuzu sakinleştiriyor. Bir çift kolyeli yağmurkuşunun birbirine yaptığı kuru izlemek için durduğumuzda bir adamın tepenin ardına kaçtığını görüyoruz. Bibba o tarafa seğirtiyor. Biraz sonra rehberimiz önde, giysileri günümüzünkilere benzemeyen ürkek adam arkada geliyorlar. Kafasında kulaklarına kadar inen püsküllü, koyu renk yün bir başlık; ayağında inek derisinden uzun konçlu çizmeler; siyah, geniş paçalı yün pantolonun üzerinde bol ama beli iple sıkılmış hâkî bir tunik… Tepeden tırnağa inceliyor bizi. “Gelmek istemedi, zor inandırdım sizin korsan olmadığınıza.” “Nereden çıkarmış korsanlığımızı?” diye gülmeye başlayınca adam rahatlıyor. Elimi uzatıyorum. “Adım Einar Lopston,” diyor o da. “Yaklaşık 400 yıl önce Türk korsanların eline düştüğüm için sizin geldiğinizi duyunca köyden kaçtım. Neyse ki onlara benzemiyorsunuz.” Gözleri okyanusa dalıp giderken başına gelenleri anlatmaya başlıyor: “1627 yılının 5 Haziran günü aklımdan çıkmıyor. O gün bir uyandım ki başucumda gözlerinden ölüm fışkıran korsanlar. Pala bıyıklı, kuşaklarında kamalar, parmaklarında iri yüzükler, kafalarında hiç görmediğim başlıklar… Anlamadığım bir dil konuşuyorlardı. Ellerimi bağlayıp diğer esirlerin yanına götürdüler. Şeytanla işbirliği yaptıklarından kuşku duymadığım adamların kitabından ‘insaf’ kelimesi sanki silinmişti. Belki de hiç öğrenmemişlerdi anlamını. Daha önce gelen korsanlar da çok acı çektirmişti ama çoğu yalnızca birkaç gemiye el koyup içindekileri yağmalamış, denizcileri kaçırmışlardı. Fakat bunlar başkaydı.” “Yanlış bilmiyorsam atalarınız Vikinglerin yaptıklarından çok da farklı değil bu,” diye sözünü kestim. Hak verdi mi bilmiyorum ama doğal olarak herkes gibi olaylara kendi küçük penceresinden bakan Einar devam etti: “Hepimizi gemilere doldurdular. En büyük gemi Küçük Murat Reis dedikleri adamınkiydi. En acımasızları da oydu.”
Yazının devamı Şubat 2017 sayımızda..